Donald Trump ve Kamala Harris
Amerika’nın 2024 seçimlerini izlerken aklıma sık sık şu cümle geliyor: “Biz bu yollardan çoktan geçtik.” Amerikan siyaseti, aslında birçok ülkenin çoktan geçtiği yollardan geçiyor; ancak Adam Tooze’un da vurguladığı gibi, Amerika’nın içine kapalı ve narsisistik kültürü, dış dünyayı anlamasını ve oradan ders çıkarmasını zorlaştırıyor. Bu yazıda tam da böyle bir duygudan yola çıkarak “Amerikan seçimlerinden siyasetin çıkarabileceği hangi dersler var?” sorusuna odaklanmak istedim.
Ders I: Önce kendi seçmenin, sonra öteki kamp
2024 seçimlerinde Trump, 2016 ve 2020 seçimlerinden farklı olarak rakibinden daha yüksek oranda oy aldı ve 2004’ten bu yana ilk kez bir Cumhuriyetçi aday ulusal oylarda çoğunluğu kazandı (Amerikan seçim sistemi eyalet delege sistemi olduğu için ulusal oyların çoğunluğunu kazanan her zaman seçimleri kazanamayabiliyor.) Trump, yalnızca toplam oy sayısını artırmakla kalmadı, aynı zamanda her coğrafi bölgede ve hemen her seçmen grubunda oy oranını yükseltti. Bu durum, Trump’a olan desteğin genişlediğini ve çekirdek seçmen kitlesinin yanı sıra yeni seçmen gruplarını da etkileyebildiğini gösteriyor.
Ancak buradaki kritik unsur, Trump’ın seçmen kitlesini genişletirken, kendi seçmen gruplarının kaygılarını (ve hatta radikalliğini) hiçbir biçimde geri plana atmamış ve onlarla kurduğu yakın ilişkiyi hep devam ettirmiş olması.
Öte yandan, Harris, Biden’ın 2020’de kazandığı oy seviyesine hiçbir eyalette ulaşamadı. Biden’ın önceki seçimde özellikle belirli eyaletlerde sağladığı üstünlük, Harris’in adaylığında azaldı veya tamamen kaybedildi. Bu durum, Harris’in sadece en geniş seçmen kitlesini harekete geçirmekte zorlandığını değil, aynı zamanda kendi seçmen kitlesinde de Biden kadar heyecan yaratamadığını ortaya koyuyor.
Kutuplaşmış toplumlarda kampanyaların ve adayların, karşı tarafın seçmen gruplarına seslenirken kendi seçmen grupları içindeki heyecanı nasıl koruyabileceğine dair stratejiler geliştirmesi büyük önem taşıyor. Bu çok zor ama çok önemli bir görev.
Donald Trump
Ders II: Aday kadar adayın nasıl seçildiği de önemlidir
İster beğenelim ister beğenmeyelim, artık seçmenler tüm dünyada siyasi partilere değil, adaylara odaklanıyor; liderlerle ilişkileniyorlar. Kurdukları bu ilişkide ise öncelik, adayla aralarındaki duygusal bağ. Bu bağın inşasında kültürel faktörler de önemli bir rol oynuyor. Adayın “bizden biri” olarak görülmesi, samimi, sahici ve becerikli bir izlenim vermesi, seçmenlerle güçlü bir bağ kurmasını sağlıyor.
Örneğin Trump, Amerikan toplumunda hata yapabilen, kaybedebilen ve tökezleyebilen biri olarak “bizden biri” gibi algılanıyor. Trump, herkes gibi konuşan ve çoğu insanın içinde tuttuğu düşünceleri doğrudan ifade eden bir lider. Bu “herkes gibi” duruş, onunla seçmenleri arasında güçlü bir bağ kuruyor.
Buna karşılık Harris, çok “düzgün” bir Amerikan figürü. Toplumun değer yargılarına göre başarı çizgisi üzerinden yürümüş, kariyerini özenle inşa etmiş ve toplum nezdinde “ideal Amerikalı” profiline sahip bir isim. Ancak bu “mükemmel” duruşu, onun “bizden biri” gibi algılanmasını zorlaştırıyor. Üstelik bir savcı geçmişine sahip olması, ona mesafeli bir hava katıyor.
Liderin kim olduğu kadar nasıl seçildiği de önemli. Eğer Biden aday olarak kalmış olsaydı, muhtemelen daha kötü seçim sonuçları görecektik. Ancak Harris’in kampanyaya geç girmesi ve adaylığı yarışarak, rakiplerini yenerek değil, devralarak alması, seçmen kitleleri nezdindeki etkisini oldukça azaltmış gözüküyor. Trump ise dövüşe dövüşe liderliği almış, organik bir aday. Bir kişinin nasıl aday olduğu, en az aday olduktan sonraki kampanya kadar önemli. Adaylık sürecindeki rekabet ve kazanılan meşruiyet, seçmenlerin adaya olan güvenini ve bağlılığını etkileyen kritik unsurlar arasında.
Joe Biden ve Kamala Harris
Ders III: Güç algısını küçümsemeyin
Trump 2024 seçimlerinde kadın düşmanı bir kampanya yürüttü. Cumhuriyetçi Parti Kongresi’ne “Bu Erkeklerin Dünyası” (This is a Man’s World) şarkısı eşliğinde çıkması, kampanyasının erkeklik ve güç odaklı söyleminin simgesi haline geldi. En büyük mitinginde eski profesyonel güreşçi Hulk Hogan, Trump’a desteğini bir erkeklik gösterisi yaparak ifade etti. Trump, erkek seçmenlere ulaşmak için popüler podcast’lerde röportajlar verdi, futbol maçlarında ve karma dövüş sanatları etkinliklerinde boy gösterdi. Kamala Harris’i ve diğer kadın siyasetçileri sürekli aşağıladı. Erkek seçmenlere Demokrat Parti’nin asla vadetmek istemeyeceği bir şeyi vadetti: Erkeklerin güçlü olduğu eski günlere dönüş.
Bugün, kadınlar eğitimden ekonomiye, siyasetten sanata kadar her alanda (tüm sorunlara rağmen) etkin bir şekilde yer alıyor. Erkekler, geleneksel otorite kalıplarının ve erkek egemen ekonominin yıkılmasıyla birlikte, sahip oldukları ayrıcalıkları bir ölçüde kaybetti (ya da kaybediyor.) Birçok erkek için kimlik krizine ve iktidar kaygısına yol açan bu değişim, Zeynep Tüfekçi’nin de belirttiği gibi “kurallarla sınırlanmayan ve üstünlük yoluyla kendi iradelerinin yeniden hâkim olacağı bir dünyayı vaat eden ‘über-erkeklik’” anlayışına ve güce dayalı, hatta yeni türde bir siyasi zemin hazırladı.
Harris kazanmış olsaydı kadın seçmenlerin verdiği destek sayesinde kazanacaktı. Trump’ın mizojinist kampanyasına rağmen Harris, kadınlardan (özellikle beyaz kadınlardan) beklediği oranda yüksek destek alamadı. Bunun bir nedeni ırkın Amerikan siyasetinde belirleyici olması ise bir diğer nedeni de derin bir belirsizlik döneminden geçerken kadın ve erkek tüm seçmen gruplarında güçlü ve dayanıklı bir lider arayışının ağır basmasıydı.
Trump’ın kampanyasında, güç ve liderlik, özellikle erkeklik vurgusu üzerinden ön plana çıkarıldı ve bu erkekliğe yaslanan güçlü lider söylemi seçmenler tarafından destek gördü. Bu durum, kaçınılmaz değil; ancak her siyasi hareketin güç ve istikrarla ilişkilenebilecek yaratıcı yollar bulması gerekiyor. Bu bağlamda, ataerkil bir güç iddiasına yaslanmadan güce dair alternatif söylemler geliştirmek; dayanıklılık, güven ve gerçek bir değişim yaratma vizyonuna sahip bir liderlik anlayışı ortaya koymak önemli.
Ders IV: Bilgi gerçek olmasa da etkileri gerçektir
Bu seçimlerde dezenformasyonun ana kaynağı dış güçler değil, iç faktörlerdi. Özellikle Elon Musk, X platformu üzerinden Demokrat Parti kampanyasına karşı adeta bir savaş açarak onları yalancılıkla suçladı ve Demokratların seçilmesi durumunda ülkenin komünist bir yönetime geçeceğini iddia etti. Bu söylemler, birçok Amerikalının gözünde Harris’i, Trump’tan daha radikal ve demokrasi karşıtı bir figür olarak konumlandırdı.
Bu durum, çıkış anketlerinde demokrasinin neden bir numaralı oy kullanma sebebi olarak öne çıktığını açıklıyor. Birçok Amerikalı (Cumhuriyetçiler de dahil olmak üzere) demokrasinin tehdit altında olduğuna inanıyor. Ancak tehdit algısı, Cumhuriyetçiler ve Demokratlar için farklı anlamlar taşıyor; pek çok Cumhuriyetçi, Harris’in ülkeye komünizmi getireceğine inanmış durumda.
Dezenformasyon karşısında, kampanyaların bu tür karşıt seçmen gruplarına nasıl ulaşabileceğini ve onları nasıl ikna edebileceğini tartışmamız gerekiyor. Özellikle sosyal medya platformları üzerinden yayılan yanlış bilgilere karşı daha etkili stratejiler geliştirmek, demokratik süreçlerin sağlıklı işlemesi açısından kritik önem taşıyor. En büyük sosyal medya platformunun sahibinin bu dezenformasyonu yayan kişi olması da bu mücadeleyi daha da zorlaştırıyor.
Elon Musk ve Donald Trump
Ders V: İktidarda olmak dezavantaj olabilir
2024 yılında ideolojiden bağımsız olarak, iktidarda olan partilere karşı güçlü bir “anti-iktidar” dalgası yaşandı. Bu dalga, Amerika dahil birçok ülkeyi etkisi altına aldı. Ekonomik belirsizlikler, göç krizleri, artan hayat pahalılığı ve siyasi elitlere duyulan güvensizlik, seçmenleri mevcut iktidarlardan uzaklaştırarak yeni alternatiflere yönelmeye itti. Sağ partilerin yükselişinin bir nedeni bu iktidar karşıtlığı dalgasıyla ilişkilendirilebilir.
Ancak uzun zamandır popülist ve aşırı sağ hükümetler tarafından yönetilen Türkiye gibi ülkelerde, muhalefetin temel sorunlara yönelik ciddi çözümler önermesi durumunda, bu dalga değişim ihtimalini de beraberinde getirebilir. İktidar karşıtlığının yoğunlaştığı bu dönemde, halkın güvenini kazanacak alternatifler sunabilen muhalefet hareketleri, köklü siyasi değişimlerin öncüsü olabilir.
Ders VI: Kimlik odaklı siyaset, üst gelir gruplarına hapseder
2024 seçim sonuçları, Amerika’da sınıfsal bir yeniden şekillenmeye işaret ediyor. Üst gelir gruplarının Demokratlara yönelmesiyle birlikte, orta ve düşük gelir gruplarının Cumhuriyetçilere kaydığı görülüyor. Harris, yıllık geliri 100 bin doların üzerinde olan seçmenler arasında Trump’ın 2020’deki üstünlüğünü tersine çevirerek bu grubun yüzde 54’ünü kazanmış durumda. Bu kayma, Demokrat Parti’nin giderek daha çok eğitimli seçmenlere hitap eden çizgisiyle de paralel.
Orta ve düşük gelir gruplarında ise Trump’ın desteğinin arttığı görülüyor. Biden, 2020’de orta gelir grubunun yüzde 57’sini kazanmışken, 2024’te bu grubun yüzde 49’u Trump’a destek vermiş. Benzer şekilde, düşük gelirli seçmenler arasında da Cumhuriyetçilerin desteği artmış. Eğitimsiz beyazlar, özellikle üniversite mezunu olmayan erkekler ve kadınlar, Cumhuriyetçilerin çekirdek destek tabanını oluşturuyor. Sonuç olarak, bu tablo Demokratların giderek daha elit, eğitimli ve yüksek gelir gruplarıyla özdeşleştiğini gösterirken, Cumhuriyetçilerin ise orta ve alt gelir gruplarıyla bağ kurduğunu ortaya koyuyor.
Bu durumun bir açıklaması, “orta sınıf odaklı” politika yapacağını ve orta sınıfı güçlendireceğini vadeden Biden yönetiminin bu sözünü yerine getirememesiyle ilgili olabilir. Biden yönetimi, ülkenin işsizlik ve makroekonomik veriler açısından iyi durumda olduğunu vurgulasa da gerçek farklı bir boyutta. “İşin özü ekonomi değil; ekonomiyi nasıl hissettiğiniz, aptal!” ifadesinde olduğu gibi, seçimlerin kaderini artık makro ekonomik veriler değil, seçmenlerin algıları ve kişisel deneyimleri belirliyor. Ekonominin seçimler üzerindeki etkisini, büyüme oranları veya istihdam rakamlarından çok, insanların kendi yaşamlarında hissettikleri güven, refah ve gelecek beklentileri şekillendiriyor. Bir diğer etken ise Demokratların, göç ile suç gibi gerçek kaygıları göz ardı etmiş olmaları.
Ekonomik güvencesizliği ve yeniden dağıtımı merkeze alan sınıf temelli politikalar geliştirmek, aşırı sağın alt gelir gruplarında kök salmasını engellemenin en önemli yolu. Ancak toplumsal endişeleri yok saymamak ve bu endişelere yaratıcı çözümler sunmak da önemli.
Ders VII: Rakamlarla değil duygularla yönetin
Trump’ın kampanya sürecinde miting bölgelerine gittiği ve gittiği yerlerde sıradan insanların söylediklerini dinlediği ve ardından sahneye çıkıp bu duyduklarını tekrar ettiği söyleniyor. Böylelikle danışmanlarının hazırladığı stratejik mesajları değil, seçmenlerin kendisinden duymak istedikleri üzerinden onlarla doğrudan ilişki kuruyor.
Modern siyaset dünyasında rakamlar ve veri odaklı yönetim norm haline gelmişken, bu doğrudan yaklaşım seçmen kitlesine oldukça “sahici” gelmiş olmalı. Trump’ın hazır bir senaryoya değil, anlık hislerine ve insanların söylediklerine göre konuşması, destekçileri üzerinde güçlü bir etki bırakmış gibi gözüküyor.
Öte yandan Harris ise kampanya süresince mükemmel hazırlanmış ve yapılandırılmış konuşmalar yaptı. Kampanyasında rakamlarla belirlenen ve sürekli değiştirilen stratejik bir ton hâkimdi. Ancak her şeyin özenle düzenlendiği bir dünyada, ofislerde “özenle hazırlanmış” mesajlardan oluşan konuşmalar, doğallık arayışındaki seçmenlerde yeterli güven uyandırmadı. Seçmenler, Trump gibi bir liderin, kendi yalanlarına bile inanarak sahici bir şekilde konuşmasını, daha ikna edici ve gerçekçi bulabiliyor.
* * *
Siyaset, liderlerin halkla kurduğu duygusal bağlardan ekonomik güvencesizliği merkeze alan politikaların gerekliliğine, toplumsal kutuplaşmanın etkisinden sosyal medya dezenformasyonuyla başa çıkma zorunluluğuna kadar birçok dinamiği yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Amerika’dan öğrendiklerimiz, siyasetin sadece rakamlarla değil, samimiyet, dayanıklılık ve toplumun gerçek taleplerini anlamakla şekilleneceğini bir kez daha gösteriyor.
Amerika’dan dersler diye başladım ama aslında bu derslerin çoğunu zaten biliyoruz. Amerikan seçimlerinden çıkan sonuçlar, bizim siyasetimizde çoktan yer etmiş gerçeklerin yalnızca bir teyidi niteliğinde. Bu durumda, önemli olan, bu dersleri siyasete daha güçlü bir şekilde yansıtmak.
Evren Balta kimdir?
Evren Balta, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye) Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. ODTÜ’de ‘sosyoloji’, Columbia Üniversitesi’nde ‘uluslararası ilişkiler’ alanında yüksek lisans yaptı. Doktora çalışmasını ‘siyaset bilimi’ alanında New York City Üniversitesi’nde tamamladı. Karşılaştırmalı siyaset, siyasal şiddet, popülizm, güvenlik, dış politika, vatandaşlık ve ulusötesi siyaset alanlarında yoğunlaşan çalışmalar yaptı.
Derleme çalışmaları Türkiye’de Devlet, Ordu ve Güvenlik Siyaseti (İsmet Akça ile birlikte, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010); Küresel Siyasete Giriş (İletişim Yayınları, 2014), Kuşku ile Komşuluk: Türkiye ve Rusya İlişkilerinde Değişen Dinamikler (Gencer Özcan ve Burç Beşgül ile birlikte, İletişim Yayınları, 2017) adlarıyla yayımlandı.
Küresel Güvenlik Kompleksi (İletişim Yayınları, 2012), Tedirginlik Çağı: Şiddet, Siyaset ve Aidiyet Üzerine (İletişim Yayınları, 2019), The American Passport in Turkey: National Citizenship in the Age of Transnationalism (Özlem Altan-Olcay ile birliktee, UPenn, 2020) adlı kitapları yayımlandı.
Türkiye’de Amerikan Pasaportu / Ulusötesi Çağda Aidiyet ve Vatandaşlık (Koç Üniversitesi Yayınları, 2024) adıyla Türkçe’ye çevrilen ortak çalışması, 2021 yılında Amerika Sosyoloji Derneği’nin en iyi kitap ödüllerinden birine değer görüldü.
Araştırmaları Fulbright, Mellon Vakfı, Social Science Research Council, American Association for University Women ve TÜBİTAK tarafından desteklendi.
Özyeğin Üniversitesi’ne katılmadan Avusturya ve ABD’de akademik çalışmalar yaptı, Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi’nde ‘kıdemli araştırmacı’, TÜSİAD bünyesinde oluşturulan Küresel Siyaset Forumu’nda ‘akademik koordinatör’ olarak görev üstlendi, New York City Üniversitesi The Graduate Center’dan ‘seçkin mezun’ ödülü aldı.
Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanlığı görevini yürütürken, 2024/2025 akademik yılı için “kıdemli araştırmacı” olarak Harvard Üniversitesi Weatherhead Uluslararası İlişkiler Merkezi’nde çalışmaya başladı.
|